Bize yeni bir savaş uçağı lazım mı? Hatta bu uçak yeni bir
tip olabilir mi?.. Birkaç hafta önce bana bu soruyu sorsaydınız ikisine de yanıtım
olumsuz olurdu. Bu yanıtın sebebi de iki temele dayanırdı. Birincisi
yaşadığımız maddi zorluklar. İkincisi ise mevcut plan ve programlarımız idi.
Gelin plan ve programlarımızdan bahsederek konuya giriş yapalım. Bu sayede
içinde bulunduğumuz süreçleri de daha iyi tariflemiş oluruz.
Elimizde modernize edilmiş oldukça kısıtlı adette ve ömrünün
son demlerini yaşayan F-4E 2020 Phantom savaş uçakları ve 200 adedin üzerinde
çeşitli tiplerde F-16C/D Fighting Falcon savaş uçağı var. Türk Yıldızları
çatısı altında bir miktar F-5A/B Freedom Fighter istihdam etsek de, ömrünün son
demlerini yaşayan bu uçakları savaş envanterinde saymak haksızlık olacaktır. Bölgedeki
potansiyel rakiplerimizin hava gücü karşısında sayıca az olduğumuz aşikâr.
Fakat savunma ekseninde düşünüldüğünde yeterli nitelik ve niceliklere sahip
olduğumuzu düşünüyordum.
F-35 JSF projesi kapsamında siparişini verdiğimiz uçakların,
geç ve güç olsa da hava kuvvetlerimizin envanterine gireceği kanaatine
sahiptim. Fakat ABD ile giderek derinleşen ve durulması da pek olası görünmeyen
çatlaklarımız, bu proje kapsamında da aramızı oldukça açtı. Şu anda F-35
alımını pek olası görmemekteyim. Bu sebeple de havacılık programlarımızın
tekrar gözden geçirilmesi ve yeni bir planlamaya gidilmesi gerekeceği düşüncem
kuvvetlendi.
MMU / TF-X adı altında yürüttüğümüz 5. Nesil uçak
projelerimiz oldukça iddialı. İngiltere ile işbirliği içinde geliştirdiğimiz,
fakat büyük oranda yerli efor da gerektiren bir proje. Hem İngiltere’nin
ağırlığını 6. Nesil (?) Tempest projesine kaydırması, hem de politik açıdan
giderek belirsizleşmeye başlayan konumumuz, henüz başında olduğumuz bu sürecin
gecikebileceğine dair ihtimalleri arttırdı. Açık konuşmak gerekirse 2025 yılına
kadar uçağı havada göreceğimiz noktasında ümidim oldukça kuvvetli. Fakat
prototipi havalandırmak ile içi dolu dolu bir savaş uçağını seri üretime sokmak
arasında büyük fark var. Ben gecikme ihtimalini işte bu içi dolu uçağı yaratmak
sürecinde beklemekteyim.
Hürjet projemizi bir nevi sigorta olarak görmekteydim. Çünkü
eldeki uçak sayısının yetersiz kalma ihtimaline karşı, bolca üretip
kullanabileceğimiz alternatif bir tayyare gibiydi. Ayrıca MMU için
geliştirilecek olan tüm teknolojilerle zenginleştirildiğinde, yerli füzelerimiz
ile güçlendirildiğinde, oldukça etkili işler çıkaracak, mevcut F-16
kabiliyetlerimizin büyük bölümünü kapsayacak bir uçak olacağını düşünüyordum. Aslında
benzeri bir süreci Güney Kore’nin T-50 ve F/A-50 uçaklarında da
gözlemleyebildik. Malum bu uçak oldukça güzel ihracat başarısı da yakaladı ve
komşumuz Irak hava kuvvetleri tarafından da kullanılmakta. Bu nedenle benzeri
bir sürecin Hürjet içinde işleyeceği kanaatindeyim. Hatta ABD’nin Boeing-Saab
ortaklığıyla geliştirilen ve aslında Gripen’in kırpılmış bir türev altyapısını
kullanan yeni nesil eğitim uçağı T-7A RedHawk’ın da benzeri bir süreç
geçireceği inancındayım. Fakat gerek motor ve bazı kritik alt sistemler
hususunda dışa bağımlılığımız, gerekse sıfırdan ortaya çıkaracağımız yetenekli
bir tayyare ile iç kullanımda ve dış satışlarda başarabileceklerimiz, dış
ülkelerin bu uçağın tekerine çomak sokmak için her türlü çabayı sarf edeceği
düşüncesini uyandırdı. Bu durumu hafifletmek ve yavaş da olsa kararlı adımlarla
uçağı gerçek potansiyeline ulaştırmak için, silah alımını politik bir araç
olarak kullanabileceğimizi düşünmeye başladım.
TERCİHLERİMİZİ HATIRLAYALIM
Ayrıca yıllar önce Türk Hava Kuvvetleri bir tercih yapmıştı.
Bu sayede havada yakıt ikmali ve havadan erken uyarı sistemi gibi güç
çarpanlarına yatırım yaparak, sayısal üstünlüğün yerine niteliksel üstünlük
peşinde koşmuştu. Şunu kabul etmek gerekir, ilave 100 uçak almaktansa,
elinizdeki 200 uçağa 300 uçak gücü ve etkinliği sağlamak oldukça sempatik bir
düşünce tarzı. Ama bu elde yeterli nitelikli insan kaynakları olduğunda ve
savunma ekseninde bir politikayı benimsediğinizde doğru bir tercih olacaktır.
Fakat saldırı ekseninde ve sınırlarınız ötesinde bir harekât için ise, zafiyet
oluşturacağı gerçeği göz ardı edilmişti.
Eğitimli pilot ve teknisyen kabiliyetlerimiz oldukça yüksek
seviyedeydi. Fakat günümüz için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hatta 2016 başındaki
pilotaj ve yer desteği yeteneklerimize kavuşmamızın bir 10-15 yıl daha süre
alacağı, maalesef bir önceki savunma bakanının ağzından söylendi. Malum kol
kırılır yen içinde kalır demiş atalarımız. Su uyur düşman uyumaz da demişler.
Bu nedenle zaafımızı kendi yetkililerimizin ağzından duyduğuma çok üzüldüm.
Fakat bu durum bir gerçekti ve görmezden gelinemeyecek kadar önemliydi.
Çeşitli sebeplerle ülkemiz çok uzun yıllar boyunca hava
savunma füze sistemlerine yatırım yapmaktan kaçındı. Sebepler hususunda
konuşmaktansa sonuçlar hususunda konuşmayı tercih ederim. Hava savunmamız
neredeyse tümüyle hava kuvvetlerimizin görev ve sorumluluk alanında kalmıştı.
Şimdiyse bu alanda birçok yabancı sistem alımı ve yerli sistem gelişimi
süreçlerini başlattık. Pilotaj açısından ve sayısal olarak zafiyetimizin, hava
savunma sistemleri envantere girdikçe, A2/AD yaklaşımıyla bir nebze olsun giderilebileceği
düşüncesinde idim. Fakat potansiyel düşmanlarımız da oldukça güçlenmeye ve
sağlam silahlar edinmeye başladı. Hava savunma unsurlarının ve hava
savunmasıyla hava kuvvetlerini birlikte çalıştırma tecrübemizin eksikliği, alışık
olduğumuz savaş uçağı ağırlıklı hava savunma kavramına biraz daha yatırım
yapmamızın fena olmayacağı yönündeki kanaatimi pekiştirmeye başladı.
HAVA KUVVETLERİNİN ÜZERİNDEKİ GÖREV YÜKÜNÜ GERÇEKTEN
HAFİFLETEBİLDİK Mİ?
Malum İnsansız
Silahlı Hava Araçları alanında oldukça güzel bir atılım içerisindeyiz. Bu
araçlar ile gerçek zamanlı keşif-gözetleme, durumsal farkındalık ve nokta
operasyonlarında ciddi bir üstünlük elde ettik. Elbette düzenli bir savaşta
ciddi bir hava ve hava savunma kuvvetleri ile karşılaştığında zayıf ve etkisiz
kalabilecek platformlar bunlar. Libya’da bunu net olarak görme şansı da
yakaladık. Ama bu tip bir savaşta bile hem ülke içinde hem de sınır
bölgelerinde işe yararlı olacağı kesin araçlar. Bu nedenle meşhur iki buçuk
savaş stratejisi içindeki buçuğun yükünün de hava kuvvetlerimiz üzerine
binmeyeceği düşüncesine kapılmıştım.
Ayrıca başarıyla sürmekte olan ve çok sayıda platformu
envantere kattığımız ATAK saldırı helikopteri projemiz, ufukta görünen ve güzel
vaatlerde bulunan Hürkuş C saldırı uçağı projemizle, hava kuvvetlerimizin
üzerindeki yakın hava desteği yükünün de hafifleyeceğine ve hava savunma alanına
daha çok yoğunlaşabileceğimizi düşünmüştüm. Bu iki hususa artık eskisi kadar
olumlu bakamıyorum.
Çünkü bu araçların angaje olması gereken tehditler o kadar
arttı ki, hava kuvvetleri üzerinden görev yükü almak bir yana, ilave görev yükü
oluşturmak durumunda kaldılar. Örneğin SİHA’larımızın ateş gücünün yetmeyeceği
birçok durumda, onlar tarafından lazerle işaretlenen hedeflere uçaklar
tarafından daha ağır bombalar bırakılıyor. Saldırıya uğrayan, yaralanan hatta
düşen Atak helikopterlerimiz için, bölgedeki düşman unsurları bastırmak ve
arama kurtarma çalışmaları yapmak amacıyla hava kuvvetlerinin görev yüklenmesi
gerekiyor. Yada kritik sistemlere sahip bir İHA düşerse, düşman eline geçmemesi
için hava kuvvetlerimiz tarafından imha edilmesi gerekebiliyor. Kısacası görev
yükünün bir kısmını alan yeni platformlar aynı zamanda klasik hava
kuvvetlerimize icra edilmesi gereken yeni görev profilleri de oluşturuyorlar.
Ayrıca potansiyel tehditler de eskisi kadar basit ve baş
edilebilir değil artık. Eskiden bölücü bir terör örgütüyle uğraşa
yoğunlaşıyorduk. Şimdi bu örgütün uzantıları müttefiklerimizin de desteğiyle
neredeyse tüm güney sınırlarımızı sardı. Çok iyi silahlandı ve kendisine kısmen
korunaklı bir zemin de oluşturdu. Ne kadar asker yığarsanız yığın, teknoloji
kullanırsanız kullanın, sınır güvenliğinizi asla tam olarak sağlayamaz,
sınırların geçirgenliğinin önüne asla tam olarak geçemezsiniz. Ayrıca bu süre
zarfında yepyeni bir etnik kimliğe de ev sahipliği yapmaya başladık. Ülkemizde
özellikle sınır bölgelerimizde çok ciddi bir Arap göçmen nüfusu barındırıyoruz.
Bunlara sadece iyilik ve yardım yapsak da, asla sadakatlerinden ve gelecekteki
hareketlerinden emin olamayız. Bu yüzden potansiyel tehditlerimizin, silahlanma
seviyemizin de epeyce üzerine çıktığına kanaat getirdim.
GERÇEKTEN, NE KADAR “ÖZGÜR” OLABİLİRİZ?
Ayrıca F-16 Özgür modernizasyon projesi hakkında ciddi
umutlara kapılmıştım. Malum bu milli modernizasyon projesiyle hem yapısal ömrü
uzatılabilecek, hem de kabiliyetleri yükseltilecek F-16 tayyarelerimizin, yeni
bir savaş uçağına duyulacak ihtiyacı en az bir 10-15 yıl öteleyebileceği
düşüncesi bende hâkim olmuştu. Fakat ABD ile aramız epeyce açıldı. Şu gerçeği
fark ettim. F-16 üzerindeki tüm olası geliştirmeler için, ABD müsaadesini
almamız gerekiyordu. Peki, bu ne kadar mümkün olabilirdi? İkili anlaşmaları ve
telif haklarını ihlal ederek kendi modernizasyon programımız izinsiz biçimde
uygulamak istersek, bunun politik sonuçlarına katlanmayı hükümetimiz göze
alabilir miydi?
Açıkçası Özgür projesi kendi içinde sürekli değişim ve
dönüşüm geçiren, kamuoyunun bildiğinden de köklü bir geçmişe sahip olan, uzun
soluklu bir alternatif yaklaşımımızdır. Başlangıçta kaynak kodlarına tam olarak
hâkim olduğumuz bir tayyare hedefiyle çıktığımız bu yolda, artık yerli radar,
yerli EH ve Öz Savunma sistemleri vb. sayısız alt sistemi de projeye
katabileceğimiz olgunluğa ulaştık. Yukarıdan bakıldığında bunlar çok güzel
gelişmeler. Fakat alçalıp yakınlaştığımızda her biri ayrı bürokratik yükler ve
korunması gereken milli sırlar/yetenekler barındırıyor. Bu durumda da ABD ile
müzakere sürecine dikkat etmek gerekiyor. Özellikle karşınızda art niyetli ve işleri
olabildiğince uzatmak isteyecek bir yaklaşım olursa.
Son olarak ise NATO ittifakına ve ittifak içinde çok
sağlıklı olmasa bile uzun bir geleceğimiz olduğuna inanıyordum. Bu yüzden
ihtiyaç duyulduğu bir anda, ittifak üyelerimizin de yardıma koşacağına ve
belirli alanlarda zafiyete düşmemizi engelleyeceklerine, milli güvenliğimizi
gereğinden fazla riske sokmamız gerekmeyeceğine gönülden inanmıştım. Fakat
ülkemiz kamuoyunun NATO’ya bakışı ve ittifak üyelerinin de ülkemize ve
yönetimimize bakışı köklü bir şekilde değişti. Örtülü ambargolar, direkt milli
güvenliğimizi tehdit eden açık ve net uygulamalar, gerekse kendi yönetimimizin
maceracı tavırları, milli güvenlikle ilgili algımı baştan inşa etmemi
gerektirecek bir seviyeye ulaştı. Elbette bu kapsamda hava kuvvetlerimizin
geleceğini de yeniden değerlendirmeye almak gerekiyordu. Dolayısıyla da zihnim
alternatif çözümler arama ufkunda dolaşmaya başladı.
Bir sonraki bölümde yeni tip bir savaş uçağı istihdam etme
yönünde ilerleyen düşüncelerime dair daha somut örnekler sunacağım efendim.
Görüşmek ümidiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder