1 Şubat 2020 Cumartesi

Yeni Bir Savaş Uçağı Programı Hakkında Düşünceler - 1


BÖLÜM 1 – MEVCUT DURUMUMUZUN ve PROGRAMLARIMIZIN ANALİZİ


Bize yeni bir savaş uçağı lazım mı? Hatta bu uçak yeni bir tip olabilir mi?.. Birkaç hafta önce bana bu soruyu sorsaydınız ikisine de yanıtım olumsuz olurdu. Bu yanıtın sebebi de iki temele dayanırdı. Birincisi yaşadığımız maddi zorluklar. İkincisi ise mevcut plan ve programlarımız idi. Gelin plan ve programlarımızdan bahsederek konuya giriş yapalım. Bu sayede içinde bulunduğumuz süreçleri de daha iyi tariflemiş oluruz.

Elimizde modernize edilmiş oldukça kısıtlı adette ve ömrünün son demlerini yaşayan F-4E 2020 Phantom savaş uçakları ve 200 adedin üzerinde çeşitli tiplerde F-16C/D Fighting Falcon savaş uçağı var. Türk Yıldızları çatısı altında bir miktar F-5A/B Freedom Fighter istihdam etsek de, ömrünün son demlerini yaşayan bu uçakları savaş envanterinde saymak haksızlık olacaktır. Bölgedeki potansiyel rakiplerimizin hava gücü karşısında sayıca az olduğumuz aşikâr. Fakat savunma ekseninde düşünüldüğünde yeterli nitelik ve niceliklere sahip olduğumuzu düşünüyordum.

F-35 JSF projesi kapsamında siparişini verdiğimiz uçakların, geç ve güç olsa da hava kuvvetlerimizin envanterine gireceği kanaatine sahiptim. Fakat ABD ile giderek derinleşen ve durulması da pek olası görünmeyen çatlaklarımız, bu proje kapsamında da aramızı oldukça açtı. Şu anda F-35 alımını pek olası görmemekteyim. Bu sebeple de havacılık programlarımızın tekrar gözden geçirilmesi ve yeni bir planlamaya gidilmesi gerekeceği düşüncem kuvvetlendi.

MMU / TF-X adı altında yürüttüğümüz 5. Nesil uçak projelerimiz oldukça iddialı. İngiltere ile işbirliği içinde geliştirdiğimiz, fakat büyük oranda yerli efor da gerektiren bir proje. Hem İngiltere’nin ağırlığını 6. Nesil (?) Tempest projesine kaydırması, hem de politik açıdan giderek belirsizleşmeye başlayan konumumuz, henüz başında olduğumuz bu sürecin gecikebileceğine dair ihtimalleri arttırdı. Açık konuşmak gerekirse 2025 yılına kadar uçağı havada göreceğimiz noktasında ümidim oldukça kuvvetli. Fakat prototipi havalandırmak ile içi dolu dolu bir savaş uçağını seri üretime sokmak arasında büyük fark var. Ben gecikme ihtimalini işte bu içi dolu uçağı yaratmak sürecinde beklemekteyim.

Hürjet projemizi bir nevi sigorta olarak görmekteydim. Çünkü eldeki uçak sayısının yetersiz kalma ihtimaline karşı, bolca üretip kullanabileceğimiz alternatif bir tayyare gibiydi. Ayrıca MMU için geliştirilecek olan tüm teknolojilerle zenginleştirildiğinde, yerli füzelerimiz ile güçlendirildiğinde, oldukça etkili işler çıkaracak, mevcut F-16 kabiliyetlerimizin büyük bölümünü kapsayacak bir uçak olacağını düşünüyordum. Aslında benzeri bir süreci Güney Kore’nin T-50 ve F/A-50 uçaklarında da gözlemleyebildik. Malum bu uçak oldukça güzel ihracat başarısı da yakaladı ve komşumuz Irak hava kuvvetleri tarafından da kullanılmakta. Bu nedenle benzeri bir sürecin Hürjet içinde işleyeceği kanaatindeyim. Hatta ABD’nin Boeing-Saab ortaklığıyla geliştirilen ve aslında Gripen’in kırpılmış bir türev altyapısını kullanan yeni nesil eğitim uçağı T-7A RedHawk’ın da benzeri bir süreç geçireceği inancındayım. Fakat gerek motor ve bazı kritik alt sistemler hususunda dışa bağımlılığımız, gerekse sıfırdan ortaya çıkaracağımız yetenekli bir tayyare ile iç kullanımda ve dış satışlarda başarabileceklerimiz, dış ülkelerin bu uçağın tekerine çomak sokmak için her türlü çabayı sarf edeceği düşüncesini uyandırdı. Bu durumu hafifletmek ve yavaş da olsa kararlı adımlarla uçağı gerçek potansiyeline ulaştırmak için, silah alımını politik bir araç olarak kullanabileceğimizi düşünmeye başladım.  

TERCİHLERİMİZİ HATIRLAYALIM

Ayrıca yıllar önce Türk Hava Kuvvetleri bir tercih yapmıştı. Bu sayede havada yakıt ikmali ve havadan erken uyarı sistemi gibi güç çarpanlarına yatırım yaparak, sayısal üstünlüğün yerine niteliksel üstünlük peşinde koşmuştu. Şunu kabul etmek gerekir, ilave 100 uçak almaktansa, elinizdeki 200 uçağa 300 uçak gücü ve etkinliği sağlamak oldukça sempatik bir düşünce tarzı. Ama bu elde yeterli nitelikli insan kaynakları olduğunda ve savunma ekseninde bir politikayı benimsediğinizde doğru bir tercih olacaktır. Fakat saldırı ekseninde ve sınırlarınız ötesinde bir harekât için ise, zafiyet oluşturacağı gerçeği göz ardı edilmişti.

Eğitimli pilot ve teknisyen kabiliyetlerimiz oldukça yüksek seviyedeydi. Fakat günümüz için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hatta 2016 başındaki pilotaj ve yer desteği yeteneklerimize kavuşmamızın bir 10-15 yıl daha süre alacağı, maalesef bir önceki savunma bakanının ağzından söylendi. Malum kol kırılır yen içinde kalır demiş atalarımız. Su uyur düşman uyumaz da demişler. Bu nedenle zaafımızı kendi yetkililerimizin ağzından duyduğuma çok üzüldüm. Fakat bu durum bir gerçekti ve görmezden gelinemeyecek kadar önemliydi.

Çeşitli sebeplerle ülkemiz çok uzun yıllar boyunca hava savunma füze sistemlerine yatırım yapmaktan kaçındı. Sebepler hususunda konuşmaktansa sonuçlar hususunda konuşmayı tercih ederim. Hava savunmamız neredeyse tümüyle hava kuvvetlerimizin görev ve sorumluluk alanında kalmıştı. Şimdiyse bu alanda birçok yabancı sistem alımı ve yerli sistem gelişimi süreçlerini başlattık. Pilotaj açısından ve sayısal olarak zafiyetimizin, hava savunma sistemleri envantere girdikçe, A2/AD yaklaşımıyla bir nebze olsun giderilebileceği düşüncesinde idim. Fakat potansiyel düşmanlarımız da oldukça güçlenmeye ve sağlam silahlar edinmeye başladı. Hava savunma unsurlarının ve hava savunmasıyla hava kuvvetlerini birlikte çalıştırma tecrübemizin eksikliği, alışık olduğumuz savaş uçağı ağırlıklı hava savunma kavramına biraz daha yatırım yapmamızın fena olmayacağı yönündeki kanaatimi pekiştirmeye başladı.

HAVA KUVVETLERİNİN ÜZERİNDEKİ GÖREV YÜKÜNÜ GERÇEKTEN HAFİFLETEBİLDİK Mİ?

 Malum İnsansız Silahlı Hava Araçları alanında oldukça güzel bir atılım içerisindeyiz. Bu araçlar ile gerçek zamanlı keşif-gözetleme, durumsal farkındalık ve nokta operasyonlarında ciddi bir üstünlük elde ettik. Elbette düzenli bir savaşta ciddi bir hava ve hava savunma kuvvetleri ile karşılaştığında zayıf ve etkisiz kalabilecek platformlar bunlar. Libya’da bunu net olarak görme şansı da yakaladık. Ama bu tip bir savaşta bile hem ülke içinde hem de sınır bölgelerinde işe yararlı olacağı kesin araçlar. Bu nedenle meşhur iki buçuk savaş stratejisi içindeki buçuğun yükünün de hava kuvvetlerimiz üzerine binmeyeceği düşüncesine kapılmıştım.

Ayrıca başarıyla sürmekte olan ve çok sayıda platformu envantere kattığımız ATAK saldırı helikopteri projemiz, ufukta görünen ve güzel vaatlerde bulunan Hürkuş C saldırı uçağı projemizle, hava kuvvetlerimizin üzerindeki yakın hava desteği yükünün de hafifleyeceğine ve hava savunma alanına daha çok yoğunlaşabileceğimizi düşünmüştüm. Bu iki hususa artık eskisi kadar olumlu bakamıyorum.

Çünkü bu araçların angaje olması gereken tehditler o kadar arttı ki, hava kuvvetleri üzerinden görev yükü almak bir yana, ilave görev yükü oluşturmak durumunda kaldılar. Örneğin SİHA’larımızın ateş gücünün yetmeyeceği birçok durumda, onlar tarafından lazerle işaretlenen hedeflere uçaklar tarafından daha ağır bombalar bırakılıyor. Saldırıya uğrayan, yaralanan hatta düşen Atak helikopterlerimiz için, bölgedeki düşman unsurları bastırmak ve arama kurtarma çalışmaları yapmak amacıyla hava kuvvetlerinin görev yüklenmesi gerekiyor. Yada kritik sistemlere sahip bir İHA düşerse, düşman eline geçmemesi için hava kuvvetlerimiz tarafından imha edilmesi gerekebiliyor. Kısacası görev yükünün bir kısmını alan yeni platformlar aynı zamanda klasik hava kuvvetlerimize icra edilmesi gereken yeni görev profilleri de oluşturuyorlar.

Ayrıca potansiyel tehditler de eskisi kadar basit ve baş edilebilir değil artık. Eskiden bölücü bir terör örgütüyle uğraşa yoğunlaşıyorduk. Şimdi bu örgütün uzantıları müttefiklerimizin de desteğiyle neredeyse tüm güney sınırlarımızı sardı. Çok iyi silahlandı ve kendisine kısmen korunaklı bir zemin de oluşturdu. Ne kadar asker yığarsanız yığın, teknoloji kullanırsanız kullanın, sınır güvenliğinizi asla tam olarak sağlayamaz, sınırların geçirgenliğinin önüne asla tam olarak geçemezsiniz. Ayrıca bu süre zarfında yepyeni bir etnik kimliğe de ev sahipliği yapmaya başladık. Ülkemizde özellikle sınır bölgelerimizde çok ciddi bir Arap göçmen nüfusu barındırıyoruz. Bunlara sadece iyilik ve yardım yapsak da, asla sadakatlerinden ve gelecekteki hareketlerinden emin olamayız. Bu yüzden potansiyel tehditlerimizin, silahlanma seviyemizin de epeyce üzerine çıktığına kanaat getirdim.

GERÇEKTEN, NE KADAR “ÖZGÜR” OLABİLİRİZ?

Ayrıca F-16 Özgür modernizasyon projesi hakkında ciddi umutlara kapılmıştım. Malum bu milli modernizasyon projesiyle hem yapısal ömrü uzatılabilecek, hem de kabiliyetleri yükseltilecek F-16 tayyarelerimizin, yeni bir savaş uçağına duyulacak ihtiyacı en az bir 10-15 yıl öteleyebileceği düşüncesi bende hâkim olmuştu. Fakat ABD ile aramız epeyce açıldı. Şu gerçeği fark ettim. F-16 üzerindeki tüm olası geliştirmeler için, ABD müsaadesini almamız gerekiyordu. Peki, bu ne kadar mümkün olabilirdi? İkili anlaşmaları ve telif haklarını ihlal ederek kendi modernizasyon programımız izinsiz biçimde uygulamak istersek, bunun politik sonuçlarına katlanmayı hükümetimiz göze alabilir miydi?

Açıkçası Özgür projesi kendi içinde sürekli değişim ve dönüşüm geçiren, kamuoyunun bildiğinden de köklü bir geçmişe sahip olan, uzun soluklu bir alternatif yaklaşımımızdır. Başlangıçta kaynak kodlarına tam olarak hâkim olduğumuz bir tayyare hedefiyle çıktığımız bu yolda, artık yerli radar, yerli EH ve Öz Savunma sistemleri vb. sayısız alt sistemi de projeye katabileceğimiz olgunluğa ulaştık. Yukarıdan bakıldığında bunlar çok güzel gelişmeler. Fakat alçalıp yakınlaştığımızda her biri ayrı bürokratik yükler ve korunması gereken milli sırlar/yetenekler barındırıyor. Bu durumda da ABD ile müzakere sürecine dikkat etmek gerekiyor. Özellikle karşınızda art niyetli ve işleri olabildiğince uzatmak isteyecek bir yaklaşım olursa.

Son olarak ise NATO ittifakına ve ittifak içinde çok sağlıklı olmasa bile uzun bir geleceğimiz olduğuna inanıyordum. Bu yüzden ihtiyaç duyulduğu bir anda, ittifak üyelerimizin de yardıma koşacağına ve belirli alanlarda zafiyete düşmemizi engelleyeceklerine, milli güvenliğimizi gereğinden fazla riske sokmamız gerekmeyeceğine gönülden inanmıştım. Fakat ülkemiz kamuoyunun NATO’ya bakışı ve ittifak üyelerinin de ülkemize ve yönetimimize bakışı köklü bir şekilde değişti. Örtülü ambargolar, direkt milli güvenliğimizi tehdit eden açık ve net uygulamalar, gerekse kendi yönetimimizin maceracı tavırları, milli güvenlikle ilgili algımı baştan inşa etmemi gerektirecek bir seviyeye ulaştı. Elbette bu kapsamda hava kuvvetlerimizin geleceğini de yeniden değerlendirmeye almak gerekiyordu. Dolayısıyla da zihnim alternatif çözümler arama ufkunda dolaşmaya başladı.

Bir sonraki bölümde yeni tip bir savaş uçağı istihdam etme yönünde ilerleyen düşüncelerime dair daha somut örnekler sunacağım efendim. Görüşmek ümidiyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yeni Tip Savaş Uçağı Program Önerilerine Veda

Bildiğiniz üzere bloğumda bir süredir hava kuvvetlerimiz için alternatif savaş uçakları konusunu işliyordum. Bu hususta epey makale konu...