6 Haziran 2020 Cumartesi

Yeni Tip Savaş Uçağı Program Önerilerine Veda


Bildiğiniz üzere bloğumda bir süredir hava kuvvetlerimiz için alternatif savaş uçakları konusunu işliyordum. Bu hususta epey makale konusu da hazırlamıştım aslında. Bununla birlikte SSB ve MSB eksenindeki son açıklamalar, bu hususta daha fazla yazmayı anlamsız kıldı. Zira alternatif bir savaş uçağı programının düşünülmeyeceğini, MMU/TF-X uçağına yoğunlaşılacağını, bu sürede oluşabilecek zaafların ise insansız hava araçlarıyla kapatılmaya çalışılacağı belirtilmiş oldu. Dolayısıyla benim de daha anlamlı ve faydalı konulara yönelme zamanım geldi anlaşılan.


Dikkat ederseniz günümüzde sadece havacılık alanında değil, tüm diğer alanlarda da silahlanma programları oldukça uzun zaman almakta. Bırakın yerli üretimi bir silah sisteminin hazır alım siparişini verseniz dahi böyle. Zira sipariş verdiğiniz firmanın üretim hattını hazırlaması, alt yüklenicilerini organize etmesi, alt sistemlerin siparişini vermesi, montaja başlaması, hem uçucu hem de teknik personel için gerekli test ve eğitim süreçleri, uçağı satıldığı ülkede destekleyebilecek teknik ve lojistik altyapının kurulması, vs.vs. bir sürü prosedürün yerine getirilmesi gerekiyor. Sistem ne kadar teknolojik olursa da, prosedürler o kadar karmaşıklaşıyor ve uzuyor.

Fakat günümüz savaşlarıysa oldukça hızlı neticelenme eğiliminde. Yani bir şey satın almak 8-10 yıl sürse bile, bir savaşta galibin ve mağlubun belirlenmesi 8-10 günde tamamlanıyor. Kısacası ülkeler o anda ellerinde ne varsa onunla savaşı kabul etmek ve onunla netice almak zorundalar. Hatırlarsanız konumuz alternatif insanlı savaş uçağı programları idi. Dolayısıyla işin özü şu noktada belirginleşiyor: Türkiye Cumhuriyeti yakın gelecekte bir savaş beklentisi içerisinde mi? Bu ihtimale yönelik hazırlıklar yapmak istiyor mu?

Eğer bir savaş beklentiniz yoksa elinizdeki tüm kaynakları daha uzun ve sancılı sürmesi olasılık dâhilinde olsa da, yerli silahlanma programlarına aktarmanız çok daha mantıklıdır. Sonuçta kendinizi geliştirmek için kazanacağınız kabiliyetler, size asla ihanet etmezler. Fakat bir savaş beklentiniz varsa, işte o zaman yekünlü savunma alım ya da üretim programları başlatırsınız. Zira muharebelere sokabileceğiniz her birim artı güç, savaşın kaderini lehinize mühürleyebilir. Ayrıca malum zaferin mayası kandır. Dolayısıyla bu uzun yıllar alabilecek programların bir kısmı, savaşta öngördüğünüz kayıpları şimdiden karşılamak üzerine yoğunlaşacaktır. Hatta bu süreçte NATO Standardı gibi önemli faktörleri bile göz ardı etmeniz mümkündür. Aynı günümüz Mısır silahlanmasında gördüğümüz gibi.

Bu konuda mesai sarf edip yazılar yazmamın ana sebebi, ülkemizin yakın gelecekte bir savaşa girme ihtimalini daha kuvvetli ve olası görmemdi. Evet, pergellerimizi daha geniş bir bölgeye açıyor, askeri başta milli güç unsurlarımızı etki alanımızda aktif bir şekilde kullanıyoruz. Umudumuz odur ki karşımıza bir güç çıkmasın ve girdiğimiz tüm uğraşları milli menfaatlerimiz çerçevesinde neticelendirelim. Fakat işler sadece umutla yürümüyor. Savaş üzerine kelam eden düşünürlerin çok sevdiğim bazı sözleri var. “Tanrıyı güldürmek isteyen plan yapsın.” “Savaşı seçtin ve artık olacak olan olacaktır.” “Asla azıcık savaşır kalamazsınız.” Gibi…

İki kişi arasındaki bir kavga bile, birçok dinamiğe bağlı olarak neticelenebiliyor ve asla bunlardan birinin kafasında umduğu plana göre yürümüyor. Zira savaş başladığı anda artık savaş dinamikleri ve kanunları geçerlidir ve bunlar aritmetik değil biyolojik bir yapı üzerine şekillenmiştir. Bizim elimizdeki diğer milli güç unsurları zayıfladığı için (ekonomik, politik, vb.) sürekli askeri gücümüzü sahaya sürmemiz, ortamın ısısını beklenmedik ölçüde arttırmaktadır. Bu ısının hangi nesnelerin tutuşma eşiğini geçeceğini ise bilemiyoruz. Ayrıca bir yangının ülkemizdeki ve dışarıdaki yöneticilerin, siyasi emellerine hizmet etme potansiyeli de mevcuttur. Bu ihtimaller de tutuşma eşiğini sürekli aşağıya çekmektedir.


Zihnimde planladığım devam makalelerinden de biraz bahsetmek isterim. Açıkçası bir sonraki bölümde “Daha Fazla F-16 mantıklı mı?” konusunu incelemeyi planlıyordum. Malum an itibariyle hava gücümüzün belkemiğini bu tayyare oluşturuyor. Gerek personelimiz gerek kurulu altyapımız açısından bu tipin belirgin bir avantajı var. Dezavantajları da var elbette mevcut kabiliyetlerimizin ötesinde bir şey getirmede yaşanacak sıkıntılar ve kısıtlamalar gibi. Ya da ABD ile politik ayrılıklarımızın derinleşmesi riski gibi. Dolayısıyla bana göre bu husus başlı başına bir makale konusu olabilecek kadar zengin ve farklı boyutlar içeriyor. Bu içeriğe BAE’ye özgün Block-60 uçakları, Hindistan’a sunulan Lockheed-Martin teklifi ve F-21 türevi gibi alternatif hususları da katmayı planlıyordum. Elbette Özgür projemizi ve gerek Özgür gerekse diğer savunma sanayi projelerimizin getirebileceği olasılıkları da dâhil ederek.

Birçok insan F-16 tayyaresini yalınca değerlendirir. Fakat bence bu uçak ilham verdiği havacılık programlarıyla birlikte değerlendirilmelidir. Bu nedenle benim düşünce ıskalamda bir sınıf daha mevcuttur. F-16 Inspired Planes. Örneğin Japon F-2 tayyaresi, LM’nin F-16 Aigle Falcon programı üzerinden şekillendirilmiştir. Tayvan’ın F-CK-1 Ching-Kuo tayyaresi ise, daha fazla F-16 alamayan bir ülkenin, LM’nin de içinde bulunduğu bir iş birliğiyle, iki motorlu bir türev denemesi gibidir. İsrail’in vakti zamanında geliştirdiği ve bir teknoloji deneme platformunun ötesine geçemeyen Lavi uçağı da, şüphesiz bu ilham penceresinde yer almaktadır. Açıkçası bu uçağın gizli teknoloji transferleriyle Çin’de şekillenen abisi J-10 serisini de, F-16’dan ilham alan tayyareler arasında koymaktayım. Güney Kore’nin yine LM işbirliğiyle geliştirip hizmete aldığı ve F-16 ile birçok ortak parça da kullanan T-50 / F/A-50 Golden Eagle hafif uçağından bahsetmemek olmaz. Kısacası F-16 ilham kaynağı olarak da günümüz askeri havacılığını şekillendirmeyi başaran bir platform olmuştur. Dolayısıyla aynı ilhamla ülkemizde neler yapılabileceği hususu, başlı başına bir makale olmayı hak eder kanaatindeydim.

Ayrıca ABD ile birlikte yürütülebilecek ve F-16 içermeyen alternatif savaş uçağı programlarına da bir göz atmayı planlamaktaydım. F-35 hususunu da bu makale içine yedirmeyi düşünmekteydim. Bu hususa sadece F-15, F-18 gibi bilinen 4. nesil uçaklar cihetiyle değil, çok daha açık bir zihinle yaklaşmayı planlıyordum açıkçası. Çünkü benim dikkatimi çeken ama diğer kimseler tarafında pek dillendirilmeyen alternatifler üzerinde de bir olasılıklar denizi görüyordum.

Ardında Rus havacılığı, mevcut ve gelecekteki programları üzerine birkaç makaleden oluşacak bir seri kaleme alma düşüncesindeydim. Malum ülkemizde de başta Su-27 ve MiG-29 türevleri başta olmak üzere, bu uçakların görünüşüne ve fuarlardaki gösterilerine hasta olan bir kitle var. Fakat Rusların ve bizim iş yapma yöntemlerimiz kökünden farklı. Bu yüzden Rus havacılığının geçmişinden başlayarak geleceğe uzanan bir değerlendirmenin gerekliliğine inanmıştım. Ayrıca Hindistan, Malezya, Endonezya gibi müşteri ülkelerin de deneyimlerini incelemek istiyordum. Bu deneyimler ışığında da diğer alt sistemler ve teknoloji tabanları hususuna giriş yapmayı, Rusların hangi alanlarda yarıştan kopmuş gibi göründüklerini aktarmayı planlıyordum. Ayrıca açılan bu makası telafi etmek için geliştirdikleri plan ve programları da incelemeyi elbette. Ayrıca Hindistan’a çekilen Pak-Fa dümeni (?) başta olmak üzere, B.A.E. ve farklı hususları da içerecek bir işbirliği ihtimal ve tuzakları turu da atmayı istiyordum.

Son olaraksa Çin, Japonya, Güney Kore, Brezilya, Kanada gibi düğer dünya ülkelerini dolaşacak ve potansiyel işbirliklerine bakacak bir ufuk turu atmayı planlamaktaydım. Bu dünya gezilerinin sonucunda ise hususu Hürjet açısından bir süzgeçten daha geçirmeyi, alternatif yerli işbirliği programları çerçevesinde ulaşılabilecek şeylerin avantaj ve dezavantajlarını incelemeyi düşünüyordum. Planladığım kapanış yerli savunma sanayi kuruluşlarımız açısından gerçekten anlamlı bir analiz niteliği ve Pazar araştırması özelliği de barındıracaktı. Bu şekilde konuyu kapatıp yeni makalelere yelken açmayı planlamaktaydım. Lakin arz ettiğim üzere artık bu hususta yazmanın anlamı kalmadığı için zaman ve enerji harcamayı de gereksiz görüyorum.

İnternet ve açık kaynakların varlığıyla şekillenen son 5-10 yılımız, havacılık teknolojileriyle ilgilenen bir gençlik kitlesi yarattı. Fakat bu kitlenin bilgi ve erişimi geçmişi tam kavrayamamakta. Bunu bir örnekle anlatmak isterim. Günümüzün popülerliği yükselmekte olan Fransız savaş uçağı Rafale gibi. Fransa Eurogihter konsorsiyumundan ayrılıp kendi milli çözümünün peşinde koşmaya başladığında önünde oldukça geniş bir yelpaze vardı. Bu kapsamda şöyle bir plan yapmışlardı. Öncelikle Rafale tayyaresinin kara ve uçak gemisi konuşlu katapult kullanabilen deniz versiyonlarını yapacaklardı. Ardından ise bu uçağın “stealth” teknolojisine sahip bir versiyonunu üreteceklerdi. Evet, yanlış duymadınız uçağın stealth yani radar ve sensörlere yakalanmayan bir versiyonu üzerinde de ciddi ciddi düşünce sarf ediyorlardı. Fakat proje gelişimi sırasında bazı gerçekleri acı biçimde fark ettiler ve stealth versiyon düşüncesi tamamen unutuldu.

Bunun birden çok sebebi var. Zaten 4+ nesil milli bir uçak geliştirmek için harcanan çabaların bile ülkeyi aşırı zorlaması bunlardan biri. Fakat asıl faktör 5. Nesil için yapılacak tanımlamanın stealth’ın çok daha üzerine çıktığını fark etmeleridir. Bu farkındalık ellerinde gerekli birikim ve kaynağın olmadığı gerçeğine de ayılmalarını sağlamıştır. Ama zaman beraberinde değişimi de getirir. Şu anda Almanya başta bazı Avrupa ülkeleriyle birlikte geliştirmeye talip oldukları, 6. Nesil olarak nitelenen FCAS konseptinde, aynı korkuların artık geçerli olmadığını görüyoruz. Yani biriken bilgi ve kabiliyetler, aynı sebepler çerçevesinde, tamamen farklı sonuçlar üretebilir hale geldi.

Dijital ve online bir kültüre doğru kaymakta olan çağımız, ülkemiz dahil birçok yeni oyuncuya yüksek hayal gücüne sahip olacak imkanlar sunmakta. Bu hayal gücünü realize etme noktasında da anlamlı ve fark yaratabilecek araçlar. Evet, benim gibi eski nesilden kalma, bilgi kaynağını kütüphanelerden, sektörel dergilerden, kaynak taramalarından, sahaflardan topladığı yabancı yayınlardan sağmaya alışmış insanlar için, zorluklar ve riskler fırsatlardan önce göze batıyor. Fakat aynı süreçte elde ettiğim kültürel birikim bana şunu söylüyor. Çağ değişti, anlayışlar ve her şeyde değişime mahkûm. Senin aklın ve tecrübelerin, seni bazı hususlarda pesimist bir bakış açısına itebilir. Bu doğaldır. Ama unutmamalısın ki “At sahibine göre kişner.” “At binenin, kılıç kuşananındır.” Yani yeni neslin, yeniçağlar için, yeni şeyleri, doğru biçimde yapması da gayet mümkün. Yanılıp tökezler ise, ayağa kalkıp tekrar yürümeye devam etmesi de büyük bir olasılık. Kısacası kötümserliği abartmamak ve bu hususta olası tehlikeleri vurgulamak, yeni neslin işini kolaylaştırmak dışında bir davranış içinde olmamak gerekiyor.

Zaten hayattaki her kararın kendisine göre artıları ve eksileri vardır, değil mi? Önemli olan kararsız kalmamak. Bir yola bir niyetle koyulmak. Eh günümüz gençleri de bir şekilde bunu yapabiliyor. Kalanı ise “Göç yolda düzülür.” Misali bir şekilde olur gider inşallah. Artık bir yola çıktık ve bu yolda yerli ve milli bir savunma sanayi kurmak mefkûresinden asla vaz geçmemek gerekiyor.

Ümitsizliğe kapılmamakla birlikte kapanışımı şu gerçeği vurgulayarak yapmak isterim. Hayatın getirdiği tecrübelerden birisi de, her şeyin bir karşılığı olduğunu fark etmektir. Biz Türkler koca bir geçmişte koca koca hatalar yaptık. Ama buradayız çünkü her hatanın bedelini ilave kan ve canla ödedik. İleride de hatalar yapacağız. İleride de bunun bedelini ilave canla ve kanla ödeyerek kapatacağız. Umudum ve duam odur ki bu işin muhasebesi bize kaldıramayacağımız yükler yüklemesin. Talihin çarkına isabet edecek canlardan biri de siz olmayın. Sağlıcakla, afiyetle ve muhabbetle kalasınız...

Aybars MERİÇ

7 Mayıs 2020 Perşembe

Farklı Bir Eurofighter Typhoon Yaklaşımı



Söz konusu uçak aslında kişisel olarak en karşı çıktığım alternatif tedarik önerilerinden biriydi zamanında. Zira pahalıydı, diğerlerine göre daha karmaşıktı, bakım ve idamesi daha zordu, başta harbe hazırlık oranı olmak üzere en çok şikâyet alan tayyarelerden biriydi. Fakat zaman her şeyi köklü biçimde değiştirecek güce sahip. Bu husustaki görüşlerimin de değiştiğini söylemem gerekir. Fakat bu değişimin hiç umduğunuz gibi olmadığını makalemi okuduğunuzda anlayacaksınız.

Öncelikle Eurofighter Typhoon’un geçmişine felsefik açıdan kısaca bir göz atalım isterim. Gerçek anlamda bir birlik olma yolunda ilerleyen Avrupa, müşterek savunma programlarıyla da bu durumunu sağlamlaştırmak ihtiyacı duymaktaydı. ABD’nin F-15, F-16 ve F-18 tayyareleriyle tanımladığı 4. Nesil ihtiyaçlara yönelik, ortak bir Avrupa Savaş Uçağı programının çıkması gayet doğal karşılandı. Zira eski ortak program ürünlerinin (Tornado, Jaguar, vs.) geleceğin ihtiyaçlarına cevap verme noktasında ciddi sıkıntıları vardı.

Bu kapsamda ülkeler bir araya gelerek kendi istek ve ihtiyaçlarını tartışmaya başladılar. Henüz Varşova Paktı’nın dağılmadığı, Rusların Su-27, MiG-29, MiG-31 gibi zamanına göre beklenmedik derecede kabiliyetli uçaklarla ortaya çıktığı ve Avrupa’nın ana kaygısının hala göklerini düşmandan korumak olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Ayrıca bu dönemin belirleyici bir unsuru daha vardı. Bilgi ve İletişim teknolojileri, dolayısıyla da mühimmatlar yeterince gelişip olgunlaşmadığı için, bir uçağın kinematik özellikleri hala (hatta önceki nesillerden daha fazla) büyük bir öncelik arz ediyordu. Dolayısıyla bu kinematik özellikler uçağın tasarım felsefesini de direkt etkiliyordu.

Bu ortamda İngiltere, gerek 2. Dünya savaşındaki Britanya hava muharebelerinin etkisi, gerekse Tornado ADV uçaklarının kabiliyetlerinden memnuniyetsizliği nedeniyle, tasarım felsefesinin hava üstünlüğü ve önleme görevlerine doğru bir ağırlık kazanmasını savunuyordu. Bu düşüncesiyle Rus uçaklarıyla dişe diş mücadele edebilecek, felsefede F-15’in daha ufak, çevik ve Avrupalı bir dengini yaratmak, ayrıca hızla gelişmekte olan teknolojileri ve yenilikçi yaklaşımları da kullanarak bu tayyareyle gerçek bir 4. Nesil savaş uçağının anlamını tüm dünyaya göstermek istiyordu. Hala Afrika başta etki alanında hava-yer görevleri icra etmek isteyen, ayrıca çok rollü bir tayyarenin uluslararası pazarda daha çok tutulacağını düşünen Fransa ise, faklı bir tasarım felsefesi hususunda ısrarcı olmaktaydı. Aslında yerli ve milli imkânlarla havacılık teknolojisini çağa uygun biçimde geliştirirken, hem karadan hem denizden ihtiyaçlarını gidermek, bir nevi F-16/18 denginin Avrupa yorumunu yapmak amacıyla konsorsiyumdan ayrıldı ve tek başına yoluna devam etti. Zira diğer ülkelerin tercihleri de İngilizlere yakındı ve ellerinde yer saldırı görevlerinde kullanılabilecek çok sayıda uçak da mevcuttu.

Bu sebepledir ki havayı son derece güzel kavrayabilen, yüksek irtifalarda avantajlı ve keskin manevralarda tutunmakta zorluk çekmeyen, canardlarla desteklenmiş kanat yapısıyla Eurofighter ortaya çıktı. Ayrıca yükseğe çıktıkça düşen hava ve oksijen yoğunluğunu dengelemek üzere genişleyebilir hava alıkları vardı. Yakın hava muharebelerinde uçağın enerjisi oldukça önemli bir faktör olduğundan dolayı, güç/ağırlık oranını benzerlerinden daha büyük başarımla dengeleyebilecek, keskin manevralar sırasında kaybedilecek enerjiyi hızlıca yerine koyabilecek, son teknoloji ve yaklaşımlarla dizayn edilen bir motorla bu tayyareyi destekleyeceklerdi. Bu kapsamda neredeyse kendisini hava üstünlüğüne adamış, tek görevli ama oldukça etkin bir savaş uçağı ortaya çıktı. (Tranche 1) Fakat zamanın, direkt bu uçağın ardında yatan tasarım felsefesini hedefleyecek sürprizleri olacaktı.


Günümüzdeki modern Tranche 3 versiyonlarıyla çok görevlilik alanında epeyce yol kat etse bile, hava üstünlüğü görev profiline adanmış kinematikleri dolayısıyla, hala zorluklar çeken bir uçaktan bahsettiğimizi hatırlatmak isterim. Zaten bu sebeple soğuk savaşın sona ermesinden sonra kendisine dış müşteri bulma noktasında oldukça zor zamanlar yaşadı Typhoon. Çünkü artık tüm dünya çok görevli ve esnek uçaklar arıyordu. Açıkçası Amerikan dizaynları da bu hususta Typhoon’dan çok daha esnek ve zamana adapte olabilirliğini kanıtlamıştı.

Bu kapsamda ihtiyaç ve yeteneklerin değil, neredeyse tamamen politik ilişkilerin öncelikli olduğu bazı pazarlarda uçağın kendisine yer bulabildiğini görüyoruz. Türkiye’nin özellikle İtalya başta olmak üzere konsorsiyum ülkelerinden gelen birçok cazip teklifi geçmişte geri çevirmesi, Hindistan ihalelerinde uçağın birkaç sefer elenmesi buna örnek gösterilebilir. Dikkat ettiyseniz son siparişleriyle uçağın üretim hattını bir süreliğine kurtaran Almanya bile, hava-yer ve EH görevlerine yönelik olarak, ABD’den direkt F-18E/F/G uçakları almaya karar verdi. Fakat bu tayyarenin gelişim sürecinden yirmi yıl çalan zamanın, özellikle farklı ülkeler için farklı aktığı gerçeğini de göz önüne alırsak, Eurofighter Typhoon uçağına bu sefer olumlu bir sürprizi olabilir mi?

Bu konuda görüşlerimi beyan etmeden önce bir başka hususu vurgulamak istiyorum. Tayyarenin kinematik özelliklerinden bahsettik ama içinden de bahsetmemiz gerekir. Zira karşımızda ciddi isterlerle, büyük hedeflerle ortaya konabilmiş, çok uluslu bir uçak var. Elektronik ve Avyonik alanında bu hususlar, ciddi çabaları, ciddi bir uluslar ve firmalar arasındaki dağınıklılıkla birlikte ele almayı gerektiriyor. Özellikle maliyetlerin ve iş/zihin gücünün en pahalı olduğu Avrupa ülkeleri için bu durum, fiyatı arttırıcı bir faktör olmanın yanı sıra, tepki süresini yavaşlatmak, güncellemeleri geciktirmek, işleri idealinden daha karmaşık hale getirmek gibi yan etkileri de doğuruyor. Tek bir ülkenin kararları ve isterleri doğrultusunda şekillenen uçaklarda, bu dezavantajın minimize olduğunu görüyoruz. Kısacası bu tayyarenin içini ayrı dışını ayrı değerlendirmek gerekiyor. İş buraya geldiğinde ise insanın aklına şu soru geliyor: Acaba ülke olarak bizim kabiliyetlerimiz nedir?


Yakın geçmişten günümüze Türk havacılık tarihine şöyle bir göz atalım isterim:
  • İsrail’le birlikte gerçekleştirdiğimiz F-4E 2020 Terminator kapsamlı modernizasyon programıyla, bir tayyarenin içini donatabilecek kabiliyetleri kazanmaya yönelik anlamlı bir adım attık.
  • Söz konusu kabiliyetleri T-38 Arı yerli eğitim uçağı (F-5 temelli) modernizasyon projesiyle, özelleştirebileceğimize ikna olduk.
  • Elimizdeki F-16’ları yerli yazılımlarla uçurabilir miyiz sorusu kafamıza takıldı. Bu anlamda Özgür (1. Faz diyelim buna) projesini başlattık. Başardık da hani.
  • Ardından T-129 Atak programı geldi. Bu program vasıtasıyla dört başı mamur bir avyonik ve elektronik işinin altından kalkabileceğimizi kendimize ve dünyaya ispat ettik.
  • Ardından aheste aheste devam etmekte olan C-130 Erciyes yerli modernizasyon programı gerçekleştirilme şansı yakaladı.
  • Bu süre zarfında tourboprop motorlu gelişmiş eğitim uçaklarını tamamen kendi ülkemizde tasarlayıp üretebileceğimizi fark ettik. Bu farkındalık bizi Hürkuş projesini gerçekleştirmeye itti.
  • Bu sırada üst komşumuz Ukrayna’nın Antonov firması, Suudi Arabistan’ın da finansal desteğiyle, An-132’nin komple batılı avyonik ve motorlarla güncellenen D versiyonunu çıkarma projesine başladı. Avyonik işini A’dan Z’ye biz aldık. İşin hoş tarafı Antonov ile de kimyamız çok uyuştu. (Proje 2019 başlarında Suudi kaynaklı sebeplerle iptal edilmiştir.)
  • Bu arada zamanın gelişen ve değişen ihtiyaçları, isminde bir değişim olmasa bile Özgür projesini köklü biçimde etkilemişti. (AESA radar dahil dört başı mamur bir proje olduğu için buna 2. Faz diyelim.) Ankara semalarında işittiğimiz sonik patlama sonrasında bu husustan da haberdar olduk.
  • Derken çok iyi anlaşmaya başladığımız Ukrayna ile An-178 nakliye uçağının komple avyonik süitine yönelik bir anlaşma imzaladık. (Belki dört motorlu An-188’de kapıda bekliyordur, kim bilir?)
  • Ardından Atak ışığında şekillenen, içi dışı tamamen özgün tasarım T625 Gökbey helikopterini uçurmayı başardık.
  • Gözümüzü gayet mantıklı projeler olan Hürjet ve MMU/TF/X ufkuna diktik…

Her uçağın kendisine özgü nazları niyazları olması gayet doğaldır. Bunlar genellikle ilk servise girdiği yıllarda yoğunlaşır ve zamanla problem olmaktan çıkarlar. Çünkü yer ekibi de, uçucular da, üreticiler de artık tayyarenin nazına niyazına nasıl cevap vereceklerini öğrenmiş hatta sistematiğe bağlamış olurlar. Dolayısıyla nazı niyazı belli bir airframei envantere almanın da kendisine göre bazı avantajları vardır.

Gövde ve motor olarak Eurofighter’ı bu kapsama giren bir uçak olarak değerlendirebilir miyiz? Bu soruya evet cevabı verdiğimizi var sayalım. Ayrıca uçağın hava üstünlüğüne ve önleme görevlerine gayet yatkın dizaynının, ülkemizin güncel ihtiyaçları için kabul edilebilir hatta bazı açılardan avantajlı olacağını var sayalım. Geriye kalan uçağın içi ve yazılımı oluyor değil mi? İşte burada önerimin farklılığı devreye girmeye başlıyor. Şöyle bir model hayal etmenizi rica edebilir miyim?


  • Tüm fikri mülkiyet haklarıyla birlikte Eurofighter Typhoon uçağını kâğıt üzerinde satın almış olsak.
  • İkinci el 4-5 Tranche 1 tayyaresini de transfer etsek.
  • Bu tayyareleri test bad olarak kullanarak, uçağın içini komple yerli elektroniklerimizle donatmaya başlasak.
  • Yerli dengi olmayan ya da yetersiz kalan tüm alt sistemler için, transfer ettiğimiz bilgi, teknoloji ve kodları, çözmeye, özgünleştirmeye, yerlileştirmeye daha da geliştirmeye mesai harcasak.
  • Bunu minimum kablaj bağlantı standardı değişikliğiyle yapmaya çalışsak.
  • Bu süre zarfında da gövde ve motor özelinde bizde olmayan hangi teknolojileri kazanabiliriz kısmının sıkı pazarlığına otursak.
  • Ardından Avrupa ülkelerinin kurtulmak istediği Tranche 1 modellerinin transferinin ardından, Türk tipi ve Özgür bir modernizasyonu ya da Türk tipi bir Tranche 3T (4T belki) yeni tayyare üretimi, ya da her ikisi karma biçimde gerçekleştirmek üzere bir savunma programı ortaya koysak.


Sizce mantıklı olur muydu?..

Açıkçası böylesine bir iş için, milli çıkar ve imkânlarımızla tamamen uyumlu bir zaman tablosu ortaya koymamız mümkün olacaktır düşüncesindeyim. Bu işten kazanımlar da sağlayabileceğimiz ortadadır. Elbette daha önce bahsettiğim ve daha sonra da bahsedeceğim alternatifler de mümkün. Ama Eurofighter özelinde düşünecek olursak, bu tayyareyi olduğu gibi almakla bir şeyler kazanma ihtimalimizi düşürürken, adaptasyon süremizi de hayli uzatırız kanaatindeyim. Ayrıca daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere, alternatif bir insanlı savaş uçağı projesinin varlığını da gerekli görmekteyim. 

Açıkçası bu tip farklı bir Eurofighter Typhoon yaklaşımının, Avrupa ülkeleri tarafından da kabul edilebileceğine inanıyorum. Belki bir yıl kadar önce konuşsaydık pek mümkün olmayabilirdi. Fakat hem Covid-19 sonrası değişmeye başlayan dünya hem de Avrupa’nın yakın gelecekte yaşayacağı dalgalanmalar, söz konusu ülkeleri ister kendi standartlarında, isterse özgün standartlarda, yanı başında güvenilir ve kaliteli bir alternatif imalat hattı bulundurma noktasında, ikna edebilecektir. Özellikle Almanya, Hollanda, Baltık Ülkeleri ve hatta aramızın görece iyi olduğu İtalya ve belki İspanya da bu husustaki girişimimize destek verebilecektir

Arayı açtığım için kusuruma bakmayınız. Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere, sağlıklı, afiyetli ve huzurlu günler dilerim.

Aybars Meriç

Yeni Tip Savaş Uçağı Program Önerilerine Veda

Bildiğiniz üzere bloğumda bir süredir hava kuvvetlerimiz için alternatif savaş uçakları konusunu işliyordum. Bu hususta epey makale konu...