BÖLÜM 2 – OYUN TEORİSİYLE ZENGİNLEŞTİRİLMİŞ HAVA HARBİ
SENARYOLARI
Gelin öncelikle gerçek dünyayla pek alakası olmasa bile
matematik bir hesap yapalım. Bir bilgisayar oyunu tasarlıyor misali algoritma
kurmak istiyorum. Örneğin her uçağın birim gücü 10 olsun. 100 uçak 1000 birim
güç eder. Bunlar birbiriyle denk biçimde kapışırlar ise kayıp oranı %40 olsun.
Yani iki adet 100 uçaklık hava kuvveti çarpışırsa, ilk çarpışmadan sonra her
ikisinden de 60’ar uçak elde kalsın. Eğer bir güç diğerinden %50 fazla olursa,
kalabalık tarafın kaybı %20’ye düşsün, diğer tarafın kaybı da %60’a çıksın.
Yani 150 uçak ile 100 uçak karşı karşıya geldiğinde, 150 uçaktan 120 adedi elde
kalsın, 100 uçaktan ise 40 adedi. Eğer taraflardan biri diğerinin iki katı
olursa da bu oranlar %10’a %80 olsun. Böyle bir durumda eğer bahsettiğimiz
150’ye 100 uçaklık kuvvet, tekrar havalanır ve çarpışır ise, zayıf tarafın
elinde 5-6 tayyare ancak kalacaktır. Yani ilk çarpışmadan sonra zayıf tarafın
yenilgiye sabitlenen kaderi mühürlenmiş olacaktır.
Elbette gerçek hayata daha fazla benzetmek için algoritmayı
zenginleştirebiliriz. Mesela bir taraf diğerine baskın yapmayı başarır ise uçak
güç çarpanlarını 2,5 katı alabiliriz. Yani 100 birim uçak 1000 değil 2500 birim
güç üretir. Hava savunma sistemlerini, güç çarpanlarını (enteresan bir
isimlendirme olduğunu fark ettiniz değil mi?), saldırgan ya da savunan taraf
olmanın doğasını, harbe hazırlık yüzdesini vs. birçok şeyi de algoritmamıza eklememiz
mümkündür. Fakat sonuçta bu kurgu oyunumuzda bile gerçekten önemsememiz gereken
bir taraf vardır. İki rakip taraf da kendi katsayılarını mümkün olduğu kadar
yüksek tutarak savaşa girmeyi hedefleyecektir.
F-16’LARIMIZ ve HAVA SAVAŞININ DOĞASI ÜZERİNE
Bu oyundaki katsayıyı yüksek tutma durumundan, gerçek
hayattaki bir realiteye geçiş yapalım isterim. Örneğin elimizdeki F-16 filosu
toplamda 4 parça halinde ve yıllara yayılan bir üretim süreci sonunda hizmete
alınabilmiştir. Peace Onyx programları ile envantere kazandırılan uçaklar,
siparişlerinden teslim alınmalarına kadar önemli bir süreç geçirmişlerdir. Yeni
bir savaş uçağını ister dışarıdan alım olarak sipariş verelim, istersek
kendimiz üretelim bu zamana yayılmış sürecin bir benzerine, aynen katlanmak
zorunda kalacağız. Altyapı ve Ar-Ge masraflarından kurtulmak amacıyla 240 adet
daha F-16 sipariş verdiğimizi düşünelim. Bunun üretimine ancak bir yıl kadar
sonra başlayabilir ve yılda 24 adetten 10 yılda uçakların tamamını envantere
katabiliriz. Toplam 11 yıl zaman alır o da en iyi ihtimalle.
Ama bu sırada ülkenin biriyle sıcak bir savaşa girmek
zorunda kaldığımızı var sayalım. Bu savaş sırasında bırakın yeni bir uçak
üretmeyi, füze dahi üretecek vakit bulamayız. Günümüz savaşları çok hızlı ve
yıkıcı gerçekleşmektedir. Bu nedenle savaş sonrasında da eski üretim
kabiliyetimizi ve gücümüzü korumamız mümkün olmayabilir. Bu nedenle A ülkesiyle
savaşa girsek, elimizdeki 100 uçaktan yarısını koruyabilsek, ama savaşı
kazansak. Elinde 150 uçak bulunan B ülkesi için çok daha kolay bir hedef haline
geleceğimiz aşikârdır. Elbette potansiyel düşmanlar, onurlu şövalyeler misali
yıllarca bekleyerek hava kuvvetlerimizi yeniden inşa etmemize izin vermezler. Ülkemiz
üzerinde kötü düşüncelere sahip iseler, en zayıf anlarımızı kollayarak bu
emellerini gerçekleştirmek isterler.
Özetlemek gerekirse ülkeler barış zamanında sanki ileride
mutlaka savaşacakmış gibi düşünce zemini çizerler. Bu zemin üzerine savunma
felsefesini ve politikalarını yapılandırırlar. Bu felsefe ve politikalar
üzerine de bir silahlanma programı hazırlarlar. İmkânları elverdiği ölçüde bu
silahlanma programını uygularlar. Bu sayede caydırıcı olmak asıl hedefleridir.
Fakat savaş başladığı anda ellerindeki imkân ve kabiliyetlerle sonuç almak
zorunda kalırlar. Size ait olmayan bir silah ya da platformu alamaz ve
kullanamazsınız. Elinizdekilerle zafer kazanacak ya da yenilgiyi tatmak
mecburiyetinde kalacaksınız. Hayatta kalırsanız ancak savaştan sonrası için bir
başka uzun vadeli plan ya da program düşünebilirsiniz.
Fark ettiğim nokta şu: Biz savunma ve güvenlik
politikalarımızı en temelinden itibaren değiştiriyoruz. Aslında yaptığımız ve
altına girdiğimiz işlerin, köklü felsefi bir değişim olduğunun da tam olarak
farkında değiliz. Sadece sanki girişimlerimizin ardında bir derin düşünce
varmış gibi anlık hareketlerde bulunuyoruz. Fakat savunma konseptimizi ve
silahlanma politikalarımızı hala eski düşünceye ve aynı kalıplara göre
hazırlamaya devam etmekteyiz. Yani ister mecburi ister tepkisel olsun, ortaya
koyduğumuz plan ve programlar, geçmiş harekât konseptlerinin revize edilmiş
yansımalarından ve gelişmiş ülkeleri taklit yeteneğinden ibaret. Ayrıca
bacaklarımızı dışarıya doğru açarken sahip olduğumuz duruş değişiyor. Bu
değişen gardın kendine göre dezavantajları da var ve biz bunları henüz tam
olarak kavrayamadık kanaatindeyim.
BÜTÇE NE KADAR ÖNEMLİ?
Artık dikkate almamaya karar verdiğim bir husus da şu:
Bütçe. Bir yıl kadar önce tüm düşüncelerimi ülkemiz ekonomisini zorlamamak
üzerine kurgulamayı tercih ediyordum. Bilinçsiz bir algıda seçicilik durumunda
idim anlayacağınız. Fakat şunu fark ettim. Ülke olarak öyle saçma sapan işlere
öyle devasa bütçeler yatırıyoruz ki. Öyle devasa kaynakları batırıyoruz ya da
üzerini çiziyoruz ki. Konu savuma olduğunda ekonomik öncelikli düşünmenin çok
da lüzumu yok.
Geçmişte boşa harcanan, üzeri çizilen kaynakların cüzi bir
kısmı bile sıfırdan bir hava kuvvetleri ve hava savunma organizasyonu kurmaya
yeterdi. Öyleyse neden boşuna bekliyor ve son derece önemli bir “zamanı”
kaybediyoruz?
5. NESİL UÇAKLARLA HAVA HAREKÂTI FELSEFESİ
Ulaştığım ve son derece önemli gördüğüm bir sonucu daha
sizlerle paylaşmak istiyorum. Malum şu anda 5. Nesil stealth özellikli savaş
tayyareleri servise girmekte. 6. Nesil savaş uçakları üzerinde ise, gelişen
teknolojilerin de paralelinde çok daha devrimsel çalışmalar yapılmakta, çabalar
sarf edilmekte. Radar ve diğer tip sensörlerden mümkün olduğunca kendini
gizlemek, geç fark edilmek üzerine kurgulanmış bir hava kuvvetleri yapısı,
doğası itibariyle ofansiftir. Bizim ihtiyaçlarımız ise hem ofansif alanda, hem
defansif alanda hızla büyümektedir.
Fakat daha da önemli bir husus var. 5. Nesil savaş
uçaklarını şekillendiren felsefeden tutun da, bunun saldırı ve savuma amaçlı
kullanımlarına kadar geniş çapta bir tefekkür ve simülasyon süreci içine
girdiğinizde, şunu fark ediyorsunuz. 5. Nesil olgulaşana ve 6. Nesil tayyareler
yaygın kullanıma girene kadar geçecek sürecin önemli bir özelliği var. Bu 30-40
yıllık süre zarfında yeni nesil uçaklar, ancak 4+ Nesil ve radara yakalanmama
derdi olmayan uçaklarla birlikte hizmet verdiğinde etkin olabilecekler. Evet,
doğru okudunuz. Yaptığım tüm simülasyonlarda oldukça uzun süredir bu gerçeğin
farkındayım. Sadece 5. Nesil tayyareler üzerine kurulmuş bir hava kuvvetleri
asla 4. ve 5. Neslin karışımı ile hizmet verenler kadar etkili olamamakta.
Ayrıca bu durumda bir kısım uçakları da radar ve diğer aktif sensörlerini
açarak riske atmak gerekmekte. Hava savaş taktikleri de karma yapılı güçlerle
çok daha etkili ve efektif dizayn edilebilmekte, çeşitliliği arttırılabilmekte.
Dikkat ettiyseniz ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkeler, 4+
Nesil savaş uçağı programlarını sürdürmek ve üretim hatlarını kapatmamak için
hala çaba sarf ediyorlar. F-15X gibi projeler stealth yapılı bir hava gücünün
tamamlayıcısı olarak ortaya konuluyor. Bombardıman uçakları, insansız güç
çarpanları vb. unsurlar da bu kapsamda planlanıyor, hazırlanıyor. Gelecekte
deveye girecek birçok modernizasyon projesinde de bu ihtiyacın etkisini açıkça
görmemiz mümkün olacak. Bu nedenledir ki MMU gibi 5. Nesil ve modern savaş
uçağı programları bile, ancak ömürleri boyunca kendilerini tamamlayacak 4+
Nesil savaş uçaklarıyla gerçek etkinliğine kavuşabilecek. Elimizdeki F-16
filoları ise ister Özgür ister üretici ya da bir 3. Parti tarafından önerilen
modernizasyon sürecine tabi tutulsun, bu ihtiyacı karşılayabilecek kadar uzun
ömre sahip olamayacaklar kanaatineyim.
Malumunuzdur soğuk savaşın sonlarında ABD hava kuvvetleri
iki temel tip uçak üzerine yapılanma tercihinde bulunmuştu. Hava üstünlüğü
görevine yoğunlaşmış, yüksek irtifaları da kapsayabilen, çift motorlu ve daha
ağır, bu şekilde çok daha gelişmiş ve nitelikli elektronik kapasiteye ve silah
yüküne sahip F-15 filoları. Tek motorlu, görece olarak hesaplı, cephe hattı
savaşçısı ve çok görevliliğe sahip, sayısal açıdan daha kalabalık F-16
filoları. Ruslar da benzeri bir ayrımı Su-27 ve MiG-29 ikilisiyle yapmışlardı.
Gerçi Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde mecburiyetten ağırlıklarını
Sukhoi tipine kaydırmak zorunda kaldılar ve MiG’ler biraz öksüz kaldı. Tam
olarak benzeri bir durum arz etmiyor. Ama geleceğimizin hava gücünü düşünürken
bizim de bu iki tip olayını kendimize göre revize etmemiz gerekeceği
kanaatindeyim. Fakat bu sefer ayrımı motor sayısına, ağırlığa, görev
farklılığına vb. hususlara göre değil, 5. ve 4+ Nesil olarak yapmamız
gerekiyor.
MAVİ VATAN’I KORUMAK İÇİN, ÜZERİNDE UÇMANIZ ve SAVAŞMANIZ
GEREKİR
Bölgemizde savaş riskimiz bulunan ülkelerin tamamına göz
atarsak, oldukça kalabalık ve bizden daha modern hava kuvvetleriyle yüzleşmek
zorunda kalabileceğimizi görüyoruz. Ayrıca yeni yeni hakkıyla fark ettiğimiz Mavi
Vatan hususu nedeniyle, güvensiz alanlarda ve alışık olmadığımız konseptlerde,
hava muharebelerini kabul etmek zorunda kalabileceğimizi öngörebiliriz.
Bu durumu tarihimizdeki Köroğlu’nun hikâyesine
benzetebiliriz aslında. Köroğlu küçükken bir köpek dövüşüne şahit olur. Kocaman
bir köpek sürüsü tek bir köpeğe saldırmaktadır. Normalde saldırdıkları köpeğin
şansı bile yoktur. Fakat saldırıya uğrayan köpek bir fırsatını bulur ve sürünün
arasından sıyrılır. Koşar ve arkasını yakındaki bir duvara verir, savaşmaya
devam eder. Arkasındaki duvardan güç alan ve kararlı bir şekilde savaşan köpeğe
güç yetiremeyeceğini anlayan sürü, bir süre sonra saldırısından vazgeçer ve
gider. Köroğlu işte bu nedenle ardını Bolu dağlarına yaslayarak çok daha büyük
güçlere karşı savaşabildiğini göstermiştir bizlere.
Evet, kendi topraklarında savaşı kabul etmek, düşman uçağını
düşürebilseniz bile belirli bir zarar göreceğinizi baştan kabul etmektir. Fakat
hem moral hem de anlamlı fark yaratacak üstünlükleri kurmanızı sağlar. Hava savunma
unsurları gibi ilave aktörlerden faydalanabileceğiniz gibi, düşmanı da
kolaylıkla hazırladığınız pusulara çekebilirsiniz. Fakat açık arazide denk ya
da denge yakın koşullarda savaşmak farklıdır. Düşmanın alanına hücum etmek ve
onun üstün olduğu ana vatanında savaşmak ise çok daha farklıdır. Özellikle
nefesinizin (yakıt ve cephanenizin) kısıtlı olduğu, belirli ve kısıtlı sürelerde
havada kalabileceğiniz hızlı bir hava harbinde.
Bu kapsamda önümüzdeki 30-40 yıllık sürece baktığımızda şunu
fark ediyoruz. Hava harbine birden fazla dalgalar halinde yaklaşıp, her yeni
dalga ile yakıt ve cephanesini tüketmiş önceki dalga uçakları cephe gerisine
çekebilen, sürekliliği sağlayabilecek sayısal yeterliliğe de sahip olan, bir
güç yapısı oluşturabilmek ve bunu bir müddet koruyabilmek gerekmektedir.
Elbette zaman içinde insansız muharip uçakların da işe dâhil olmasıyla,
teknolojinin yeni güç çarpanları sunmasıyla, bazı alanlarda kurulacak ve ileri
hareket edebilen kara veya deniz konuşlu A2/AD şemsiyelerinin varlığıyla, bu
ihtiyaç revize edilebilir. Fakat operasyon yapma ihtimaliniz genişlediğinde ya da
hedef alanınız coğrafi açıdan uzaklaştığında, bu ihtiyacı aritmetik olarak
arttırmak zorunda kalırsınız. Yani 1,2,3, diye değil, 2,4,8, şeklinde çoğalır.
Ayrıca yoldaki potansiyel 3. taraf tacizcileri için de güç ayırmak zorunda
kalacağınızı hatırlatmak isterim.
PARA MESELESİ
Ayrıca fark ettiniz mi bilmiyorum. F-16, Gripen ve JF-17’yi
dışarıda tutarsak, günümüzde ister doğu ister batı yapımı olsun, modern bir
savaş uçağının birim fiyatının yaklaşık 80 milyon dolar seviyesinde veya
üstünde ve saatlik uçuş maliyetlerinin de 25.000 dolar üzerinde olduğunu
söyleyebiliriz. Elbette o tayyarenin, onu ortaya koya ekolün, sahip olduğu
ilave teçhizat ve silahların da kendisine göre farklılıkları olacaktır. Bu
farklılıklar sizin harbe hazırlık oranlarınızı da etkileyecektir, eğitim ve
destek altyapınızı da. Fakat ben nedense fiyatlar bakımından çok ciddi bir fark
göremiyorum. Hariç tuttuğum üç tayyare ise, üretim adetleri ve destek altyapısı
nedeniyle, uçuş maliyeti olarak avantaj sunan yapıdalar. JF-17 satın alma
aşamasında da şimdilik kaydıyla ciddi anlamda ucuz. Fakat F-16 ve Gripen’in
modern versiyonları satın alma fiyatı açısından da diğer uçaklardan pek aşağı
kalır değiller.
Elbette bir uçağı satın almanın ve envantere katmanın
maliyeti bu kadar basit değil. Birçok farklı katmandan oluşan karmaşık bir
süreçler bütünü. Yani aldım fiyatı bu, uçurdum saat başı fiyatı da şu
diyemiyorsunuz. Altyapı ve insan kayaları başta olmak üzere birçok masraf
kapıları ve enerji harcanması gereken hususlar da var. Ayrıca hava üslerinizi
de bu uçağı işletebilecek şekilde modernize etmeniz gerekmekte. Fakat
enteresandır gelişen teknolojiyle birlikte, fiyatlarda da, özelliklerde de,
beklentilerde de ciddi bir benzeşme var. Elbette astarı yüzünden daha maliyetli
hale gelen, doğru yönetim ve yaklaşımla ele alınmamış, birçok örnek proje de
karşımızda duruyor. Bunların çoğunluğunu da, bahsettiğim yönetim ve yaklaşım
vurgusunu hatırlatarak, Rus kökenli sistemler olarak görüyoruz. Fakat Avrupa
dâhil olmak üzere farklı kaynaklardan verilebilecek örnekler de var.
Burada yönetim ve yaklaşım faktörleri oldukça önemli. Kendi
savunma sanayimizden örneklendireyim. Belirli ve özgün bir iş modeli yaratarak,
T-129 Atak helikopter programını başarıya ulaştırdık. Oldukça önemli bir miktar
helikopter envantere girdi. Bir miktar daha üretilecek. Ayrıca gelecekte ortaya
çıkacak daha gelişmiş versiyonlar hususunda da oldukça ümit varız. Kazandığımız
altyapı ve yetenekleri kullanarak özgün bir helikopter de geliştirmeyi
başardık. TAI T-625 Gökbey. Bu açıdan bakıldığında projenin gerçek anlamda
başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat aynı özgün ve Türk tipi savunma sanayi yaklaşımıyla
geliştirdiğimiz Altay AMT projesinde ise tam bir fiyasko yaşadık. Büyük
ihtimalle de birçok bağlantılı tartışma yaşamaya devam edeceğiz. Bunun sebeplerini
nerede aramamız gerektiğini biliyorsunuz. Bu nedenle detaya girmeye gerek
görmemekteyim. Fakat bozulan / kayan algımızın ve anlayışımızın, gelecekteki
kapsamlı savunma sanayi projelerimizi de tehdit ettiğini vurgulamak isterim. Bu
durum ülkemizin maruz kaldığı örtülü ambargolarla birleştiğinde, hava
kuvvetlerimiz açısından yerli projelerimizdeki olası gecikmeleri, normalin
üstünde hatta kabul edilemez risk faktörleri olarak karşımıza koymaktadır.
UÇAKLARIMIZIN KONDİSYONU HAKKINDA
Ayrıca itiraf etmek ve hazmetmek zor olsa da bir gerçeğin
farkına varmamız gerektiği kanaatindeyim. Elimizdeki F-16 filosunun kondisyonu
hiç de parlak değil. Bu uçakları birçok ülkeden çok çok daha yoğun kullandık.
Gerçek anlamda yıprattık, yaşlandırdık. Bu oldukça yoğun kullanım sürecimiz
halen de devam etmekte. İlk alınan Blok 30 serisi tayyarelerin durumu malum.
Bunlar CCIP modernizasyonuna da sokulmadı. Yapısal tadilatlar görmüş olsa bile
bu uçakların ileride Özgür modernizasyonu kapsamında kalıp kalmayacakları da
ciddi bir soru işareti barındırıyor. Ayrıca gövdenin durumu dışında kalan
faktörler de var. Örneğin motor. Elimizdeki tayyarelerin motorları da oldukça
yıpranmış durumda. Bildiğiniz gibi eskiyen teknik araçlar daima çok daha fazla
dikkat istediği gibi, çok daha fazla hata oranı vermeye de müsait hale geliyor.
Uçaklarını bizim kadar çok ve sık uçuran, bunu da bizimki
kadar düşük kaza/kırım oranlarıyla gerçekleştirmeyi başaran pek az hava
kuvvetleri vardır. Bunda yetenekli ve özverili teknisyenlerimizin, yer destek
ekiplerimizin büyük payı var. Fakat elbette bu yoğun kullanımın bir bedeli
olmuştur. Gelecekteki tayyarelerimizde de olacaktır. Bu nedenle sadece envanter
sayısına bakmak veyahut uçakların yaşını diğer ülkelerle aynı kapsamda
kıyaslamak çok gerçekçi olmayacaktır. Bu nedenle kaza/kırım geçiren
tayyarelerin yerine koymak amacıyla aldığımız son parti teslimatlar dışında
kalan uçaklarımızın, kapsamlı bir modernizasyon programına sokulsa bile, adet
olarak diğer ülkelerin modernize edebileceği orandan daha düşük elverişlilik
sunacağını düşünüyorum. Örneğin X bir ülke elindeki 100 F-16’nın 60’ını rantabl
görüp modernizasyona sokabilirken, bizde bu oranın (bebek gibi itinayla bakılıp
gözetilmiş olsalar da) 40 civarında kalacağını düşünüyorum.
SONUÇ OLARAK
İşte bu nedenlerle tüm yerli ve milli savunma ve havacılık
sanayi oluşturma çabalarımıza rağmen, bu projelerimizi bozmadan ya da hızını
kesmeden, ayrıca yabancı ortaklı bir savaş uçağı programı yürütmenin gerekli
olduğu kanaatine ulaşmış bulunuyorum. Bu hususta tek bir seçeneğimiz yok,
birden fazla alternatifimiz var. Bu yazı dizisin de söz konusu aternatifleri
inceleyeceğim. Gelecek bölümde İsveçli Saab Gripen E/F tayyaresi hakkındaki
fikirlerimi bulacaksınız. Umarım bu yolculuktan benim kadar zevk alırsınız.
Görüşmek ümidiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder